Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 4 Ekim 1922 tarihinde TBMM'de yaptığı konuşma'dan


Not: 27 Ağustos 2013 tarihli Kocatepe Gazetesinde yayınlanmıştır.

 

Arkadaşlar !
Topçularımız bu mevzilere gece geldiler ve karanlık içinde mevzi aldılar ve fecirle beraber bütün dünyanın gözleri açıldığı zaman, ateşe başladılar. Kemal-i takdirat ve hürmetle buradan zikretmek isterim ki, topçularımızın o gün göstermiş olduğu maharet ve vukuf, bütün dünya topçuları için misal olacak mahiyetteydi. Hayat-ı askeriyemde bu kadar mükemmel bir topçu ve bu kadar mükemmel idare edilmiş bir topçu ateşi nadiren gördüm. Topçularımız saat 04,30’da endahta başladılar; bilirsiniz ki, topçulukta evvelâ ateş tanzim etmek için, endaht yapılır. Yarım saat zarfında bütün bu cephe üstünde endaht tanzim edilmiş ve saat beşte yani yarım saat sonra, bu saydığım nikat üzerine şiddetle tesir endahtına başlanmıştır. Bu mevzii çok ve çok müstahkemdi. Bu mevziin kıymetini en son tetkik eden bir İngiliz erkan-ı harbinin verdiği raporda, eğer Türkler bu mevzii dört, beş ayda işgal ederlerse, bir günde iskat ettiklerini iddia edebilirler. Fakat Türkler, bu mevzii iskat etmek için üç, dört ay değil, bir gün de değil yalnız bir saat kafi gelmişti.
Saat altıda Tınaztepe’ye hücum vaziyetinde, hücum mesafesine yaklaşmış bulunan piyadelerimiz önündeki tel örgüleri kesmeğe ve bertaraf etmeye lüzum görmeyerek; ayağını kaldırdı ve tel örgüsünden bacağını aşırarak atladı ve orada bulunan Yunan neferlerini süngüleriyle tamamen tepeledikten sonra, Tınaztepe’yi işgal etti.
Ve ben bu manzarayı seyrederken, bir suale cevap vermeyi hatırladım. Bu tel örgüsünü nasıl geçebilirsiniz? diyorlardı. Oradakilerine dedim ki; işte böyle ayağını kaldırır ve geçerler. Bunu müteakip efendiler, saat dokuzda Belentepe düştü. Ve onu müteakip Kalecik Sivrisi düştü. Fakat bunun şimalinde (kuzey) 1310 rakımlı Erkmen Tepesi hala mukavemet ediyordu. Bunun sebebini izah edeyim.
Biz, ağır topçularımızı mevazie getirebilmek için yollar yapmaya mecbur olmuştuk. Bu mıntıkayı bilenlerce malumdur ki, burası tekerli vesaitin hareketine gayrimüsait bir yerdir, yol yoktur. Binaenaleyh; ondan daha ilerisine yol yapabilmek için, mutlaka düşmanla çarpışmak lazım geliyordu. Son 1310 rakımlı tepe topçu ateşimizin tesirinden uzaktı. Orada taarruzlarımız tekerlek geçmediği için yalnız cebel toplarıyla himaye edilmek mecburiyetindeydi. Onun için mukavemet edildi. Bu nokta o kadar çok mühimdir ki; düşman bütün kuvvetiyle ve bütün vesaitiyle orasını elde tutmağa çalışıyordu. Tınaztepe mevzi-i mühimminin garbında taarruz eden kıtaatımız da, bazı mühim noktalara, mühim mevzilere dahil olmuşlardı.
Bu taarruz gününün en sol cenahında bir fırkamız, 57 nci Fırka taarruzlarını tevcih ederken kuvvetlerini biraz yekdiğerinden uzakça bulundurmuştu. Bu itibarla düşman üzerinde, müessir bir tazyik yapamıyordu. O fırkanın kumandanı Reşat Bey namında bir zattı. Çok eskiden tanıyorum. Muş’ta beraber muharebe yaptık, Suriye’de çok muharebeler yaptık. Çok kıymetli bir askerdi, şahsen bana çok muhabbeti ve emniyeti vardı. Telefonla sordum: Niçin hedefinize vasıl olamadınız ? dedim. Cevaben dedi ki, yarım saat sonra bu hedeflere vasıl olacağız. Halbuki maateessüf yarım saatte bu hedefler istihsal edilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefonda bana Reşat Bey’in son bir vedanamesini okudular, orada diyordu ki;
’’Yarım saat zarfında size o mevzii almak için söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.’’
Bu misali, Reşat Bey’in o hareketini takdir etmek için söylemiyorum. Tabii öyle bir muamele ve öyle bir hareket bizce şayan-ı kabul değildir.
Yalnız ordumuzda zabitanın, kumandanların kendilerine verilen vazifeyi ifada gösterdiği tehalükü ve hiss-i namusu göstermek isterim.
Hakikaten ordumuzdaki zabitan ve kumanda heyet-i aliyesi yekdiğerine karşı böyle bir muhabbetle, hürmetle, emniyet ve itimatla merbuttur ve mafevkten aldıkları emri bir namus telakki ederek ifa ederler.
- Türklüğünü göstermiş, Allah rahmet eylesin (Meclisten sesler)
‘’Bu zaferi kazanan ben değilim. Bunu, asıl, tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe'nin sırtlarına yazmak mümkün değildir. Fakat hepsinin ortak bir adı vardır: Türk askeri... Tebriklerinizi onların namına kabul ediyorum!...’’ 1928
(İbrahim Necmi Dilmen, Atatürk Anekdotlar, Der: Kemal Arıburnu, S. 120)



AFYONKARAHİSAR’IN KURTULUŞ GÜNLERİ

Hasan ÖZPUNAR

Değerli okurlarım, 2 günden bu yana Afyonkarahisar’ın işgal günlerinde yaşanan sıkıntıları yayınladığım ‘’Anılar ve Fotoğraflarla İşgal Günlerinde Afyonkarahisar’’ isimli kitaptan naklettim.
27 Ağustos 1922 günü akşam saatlerinde düşman işgalinden kurtulan şehrimizin manzarasını da yine o günlerde ordumuzun beraberinde bulunan gazetecilerin yayınladıkları makalelerden öğreniyoruz. Makalelerden ilki Hüseyin Fikri imzası ile İkdam Gazetesi’nde yayınlanmış. Diğeri ise sonraki yıllarda 3 dönem Afyonkarahisar milletvekilliği görevinde bulunan gazeteci Ruşen Eşref (Ünaydın) imzalı.


AFYONKARAHİSAR’DA BİR GEZİNTİ 1
Önünden bir rüzgar gibi geçtiğimiz bu yerlerde köylüler düşman yıkımını gidermeye ve 1,5 senelik kabusun dehşetiyle gerilen sinirlerini yatıştırmaya çalışıyorlar. Yollarda savaş kalıntılarından matara, boş kovan, kırık kasatura vesairelere rastlıyorduk. Ben ve arkadaşlarım bunları birer hatıra olarak topluyoruz.
İzmir İstasyonu’na doğru yol almaya başladık. Kırık camlı yarım kalmış binalardan başlayarak ilerledikçe tam bir harabe manzarasıyla karşılaştık. Yunanlılar istasyon binasını bombalarla atmışlar... Otelleri, Hamidiye, Mecidiye mahallelerini baştanbaşa yakmışlar. Ancak Dar’ül Muallimin (öğretmen okulu-şimdiki 27 Ağustos İÖO.) gibi birkaç bina kurtulabilmiş. On iki vagonun ahşap kısımları tamamıyla yanmış durumda... bir bozuk lokomotif kalmış sadece... Sonra Hükümetten yukarı çarşıya çıktık. Dükkanların bir çoğu kül olmuş.


Yunanlılar bu senenin ne kadar yün, tiftik, buğday ve diğer ürünü varsa hepsini gasp edip götürdükleri gibi, depolarda bulunan geçen senelerin bütün mallarını ve hayvanları da gasp etmişlerdir. Yunanlılar evleri basarak, yataklardaki yünlere, sandıklardaki elbise ve kumaşlara varıncaya kadar her şeyi yağmalamışlardır. Bu korkunç yağmacılıklarına bir kılıf uydurmak için ’’Şark Halı Kumpanyası’’ adıyla kurdukları şirket adına yapmışlar para öder gibi göstermişlerse de hakikatte halka beş kuruş para vermemişlerdir. Hatta camilerdeki halı ve kilimleri de bu adla toplayarak İzmir’e göndermişlerdir.
Yunanlıların Afyon ve çevresinden gasp ettikleri koyun, keçi, sığır ve atların toplamı 600.000 kadardır.
Sakarya savaşı sırasında Yunanlıların manevi güçleri tamamıyle kırılmıştı. Bir ihtiyar Rum “Türk Ordusu o zaman sıkı bir takibe girişmiş olsaydı Yunan ordusu daha o zaman bozguna uğrayacaktı’’ diyerek itirafta bulunmuştu.
Yunanlılar panik halinde kaçarlerken yağmaladıkları Türk evi ve dükkanı bırakmadıkları gibi geniş ölçüde bir katliama girişmişlerdir. Deper (Ataköy) köyünün bütün ahalisini kurşunlamışlardır. 160 evli Sülümenli Köyünün yarısından fazlasını yakmışlardır. Afyon’un iki başına tahrip bombaları ve müfrezeleri yerleştirdiler. Ancak Türk ordusunun süratle şehre girmesi ve halkın kılavuzluğuyla Yunan ordusunun kılıç artıkları saklandıkları yerde yok edildiler. Afyon’u tahrip emrini veren General Trikopis ile birlikte esir edilen General Dimeristir.
Hüseyin Fikri
İkdam Gazetesi/ Eylül 1922


KUTLU OLSUN 
Ruşen Eşref ÜNAYDIN

Tren Çobanlar’dan öteye geçmiyor.
Sabahleyin erken…
Cepheye gidecek bir kamyona biniyorum. Yerim şöförün yanı. Kamyonun içi tıpalanmış obüs gülleleri ile dolu.
Geçtiğimiz yerler ıssız!... Bununla beraber, büyük bir kalabalıktan yeni boşaltıldıkları belli. Güneşten kızmaya başlayan çatlak topraklı tarlalarda öbek öbek yanık karartıları… Şurada, burada bir kırık tüfeğin namlusu, bir küreğin ezik demiri, kanlı bir ceket yırtığının düğmeleri donuk parlıyor. İlerledikçe bu döküntüler sıklaşıyor, çoğalıyor.
Biraz sonra dağdan ovaya doğru sıra sıra inen dikenli tel örgüleri kesilmişler, yamru yumrulaşmışlar, kimi yerde yumak halinde kördüğümleşmişler, kimi yerde kendilerini gergin ve birbirine girgin halde –toprağa bağlı tutan demir, tahta kazıkları havaya kaldırmışlar… Upuzun karartıları, şimdi ovanın üstünde öldürülmüş bir kocaman yılan gövdesi gibi yatıyor. Belli ki artık sınır bu değildir; bu tel çizgi, artık güçsüz ve cansız bırakılmış bir yabancı yasağından başka bir şey değildir…
Az ilerde bir altın tozu gibi havalanan yolun taa ortasında bir çelik miğfer, bir kaplumbağa sinikliği ile duruyor. Bu düşman başlığının alına gelen tarafı Afyon Karahisar’ına doğru dönük. Bu yatışı ile o başlık, burada daha dün, neyin olup bittiğini, her şeyi ama her şeyi anlatıyor.
İşte Afyon Karahisar’ın dağları, mimar elinden çıkmış sanılacak dağlar… O dev kubbelerinin bozluğu, altın aydınlığın içinde, duru gök mavisinin içinde öyle keskin ayırt ediliyor ki. Yaklaşıldıkça her birinin böğründeki yalçın çizgileri, koyulu açıklı benekler birer birer seçiliyor.
Düşmandan geri alınan ilk şehrimize kavuşuyoruz. Onun rengi bu dağlardan sızmış sanılacak-gölgeliğine sokuluyoruz.
Kenar sokaklardan birindeyiz… Sokakta,büyük bir sıkıntıdan yorgun düşmüş bir adamın dinlenişi hali var. Dükkan kepekleri inik, kafesler örtülü, kapılar sıkı sıkıya kapalı gibi… Nereden çıktığı belirsiz kekre ve loş bir şarap kokusu onun her yanını bürümüş… Bu kokulu ıssızlığın içinde bir tek ses işitiliyor. Ses ikide bir, o boşluğa filanın kızının öldüğünü, cenaze namazının bugün öğleden sonra filan camide kılınacağını haykırıyor. Sandık diplerinden çıkartılıp pencerelere asılan bayrakların o uçacak gibi çırpınışlarında nasıl hala bir buruşukluk görülüyorsa bu seste de epeydir kapalı bulunduğu bağırdan ilk yükselişin pürüzleri var. Bununla beraber bu ses ve o koku,neyin gidip neyin geldiğini sezdiriyor…
Ses, benim üzerimde istediği tesiri yaptı. Hiç tanımadığım bir kıza acıyorum. Zavallı, tam kurtuluş gününü görüp gözlerini yummuş. Öyle garip duygular içinde kalıyorum ki. Bu ses, bir tek kızın yasını sokak sokak yayıyor… Ya ötekiler, bulutlara komşu dağların bağrında, güneşin sırma görünüşlü, fakat deşip dağıtıcı keskinlikteki örtüsü altında yatan yığınlar… Onların toptan başka münadisi olmamıştır…. Onlara belki henüz en sessiz bir gömülme merasimi yapılmaya bile vakit olmamıştır…. Bu iki ölümün ne kadar ayrı cinsten ve ayrı damardan olduğunu düşünüyorum; kurtaracakları şehrin başucunda ecelleri yetenlerin destani ölümü; kurtarılmış şehirde her günün hayatının yeniden tabii akışına başladığını gösteren bir cenaze haberi …
Şehrin ortasına yaklaştıkça koku azalıyor, bayraklar çoğalıyor, insanlar artıyor. Daha ancak dün biten döğüşün taze hatırası içinden sevinç doğmaya başlıyor; meydanda bir düğün şenliği var. Davullar gümbürdüyor. Askerlere kazan,kazan şerbet, helva taşınıyor.
Bayraklarını omuzlarına vurmuş çocuklar belediyenin önünde koşuşuyorlar.
Karargah belediye konağı… Kapısının önünde kamyondan iniyorum… İçerisi kalabalık; Zabitler, askerler, sivil Afyon’lular, birkaç ta esir, ilk gördüğüm esirler…
Başkumandan orada yok, Erkanı Harbiye reisi, cephe kumandanı da orada değil… Onlar, kurtardıkları şehri arkalarında bırakmışlar, daha ilerilere Büyük İş’i başarmaya gitmişler…
Gene seyyar cephane ambarına biniyorum…
Ne mutlu Afyon Karahisar’lılara ki Türkün kurtuluş emrini bir sabah Gazi Mustafa Kemal, onların şehirlerinin başucunda verdi.
Afyon Karahisar’ın sonsuz Türk nesilleri bu eşsiz günü tükenmez sevinçle anacaktır. Afyon Karahisar’lı baba, çocuğuna o şanı anlatacaktır. Anlatacaktır ki Türk yurduna el değdirilemez; değen el kırılır; o eli kıranın adı gönüllerden silinmez…
Afyon Karahisar’ın bahtı, bayramı kutlu olsun…2


DİPNOTLAR
1-Anadolu’da Yunan Zulüm ve Vahşeti , İkinci Kısım,Ankara 1338,s.133-134
2-Taşpınar Dergisi sayı 10 Ağustos 1933 s.225-227