Hayatı hikâyelerle/öykülerle görmek
Fatma BARBAROSOĞLU

Fatma BARBAROSOĞLU

yazıyor...

Hayatı hikâyelerle/öykülerle görmek

26 Şubat 2018 - 09:28

Hayatı, hayatın içindeki haberleri, haberin içindeki hayatları nasıl idrak ediyoruz?

“Büyük bilim ve bilişsellik filozofu Ludwik Fleck, teorinin görmekten önce geldiğini söylüyor ve mikroskop örneğini veriyor: Konunun yabancısı (eğitimsiz, herhangi bir doktrin aşılanmamış) birine mikroskoptan bakması istendiğinde o kişi bakar, ama bir şey göremez...” (Z. Bauman, Bu Bir Günlük Değildir, s. 68).

Bauman’ın vermiş olduğu bu örneği okuyunca görmemi sağlayan şeyin derinlerde saklı hikâyeler olduğunu idrak ettim. Ben galiba hayatı, hikâyeler üzerinden görme eğilimindeyim. Muhakkak bunda henüz 13 yaşımda iken okuduğum Kur’ân kıssalarının yer aldığı Dinî Hikâyeler kitabının etkisi büyüktür.

Ebatları çok küçük, her biri ayrı renkte olan bu kitapları, babamın tahta bavulunda bulmuştum. Yaz tatilinde “Sülüklü Tepesi”ne çıkarken yanıma alır sonra bodur armut ağacının altında, öylece okurdum. Başımı kitaptan kaldırınca kâh gökyüzüne bakardım kâh karşımdaki taşlı tepeye. Okuduğum o hikâyeler, söyleminin metafizik derinliğinden dolayı beni ziyadesiyle etkiler, bir kelimenin, bir cümlenin peşinde akşam ederdim.

Hayatın anlamını bulmam konusunda, bir cümlenin peşinde akşam ettiğim günlerin emeği çoktur. Bazen bir cümle, bazen bir paragraf. Bir hikâyenin atmosferinde yaşamayı böyle böyle öğrendim.

Bir hikâyenin atmosferinden yaşamak da ne diyorsunuz? O halde bir öykünün, gündelik hayatın içine sızıp gelen ışığını paylaşmama müsaade edeceksiniz.

Ev ürünleri satan, ama ismiyle kendini ev, yuva, ocak kelimelerinden uzaklara atmış olan “Madamın Fransız” mekânında, on beş dakikadır genç bir hanımın turkuaz aşkına tanıklık ediyorum. İş ortamının verdiği sıkıntıyı ara bir durakta dinlendirmek arzusuyla, haftada en az üç kere buraya uğrayarak –bunu biraz önceki konuşmasından öğrendim– evini her hafta başka bambaşka objelerle “renklendirmek” konusunda destek alıyormuş. “Bu hafta her şeyimin turkuaz olmasını istiyorum” diyor satış görevlisine. Dekoratif ev ürünleri, yastık kılıfları, koltuk şalları, kahve fincanı... Her turkuaz parçayı diğerlerinin yanına yerleştirirken bir zikir gibi tekrar ediyor: “Köşe konsepti olarak...”

Evinin köşe konseptini henüz tamamlayamadı, ama kendi bedeninin turkuaz bütünlüğünü çoktan tamamlamış.

“Turkuaz müşteri” ile müşteri temsilcisinin “turkuazın tonları” üzerine yaptıkları ama bir türlü anlaşamadıkları sohbete tanık olurken, beni diğer müşterilerden daha sabırlı yapan şeyin “kadınların konsept” merakına bir öykü üzerinden tanık olduğum satırlar olduğunu fark ediyorum tam o sıra.

Katherine Mansfield’ın “Katıksız Mutluluk” öyküsünün kahramanı, her şeye sahip, mutluluktan ölmek üzere olan Bertha’nın konsepti: “Mandalinalar, çilek pembesi lekeleri olan elmalar vardı. İpek kadar pürüzsüz sarı armutlar, incecik gümüşsü buğuyla kaplı beyaz üzümler, koca bir salkım da mor üzüm vardı. Bu sonuncuları yemek odasındaki yeni halıya uysun diye almıştı. Evet, kulağa biraz zorlama ve saçma geliyordu ama gerçekten bunları alma nedeni buydu. Manavda şöyle şeyler geçirmişti aklından: ‘Halıyı masanın üstüne taşıyacak mor bir şeyler almalıyım.’ O sırada çok anlamlı gelmişti ona. ”

Her şeyi olan Bertha “katıksız mutluluk”tan sarhoştur: “ ‘Fazlasıyla mutluyum-mutluyum’ diye mırıldandı. Ve sanki gözkapaklarının üstünde kocaman açmış çiçekleriyle armut ağacını görüyordu, kendi hayatının simgesi gibi. Gerçekten-gerçekten-her şeyi vardı onun. Gençti. Harry ve o her zamanki kadar aşıktılar birbirlerine, çok iyi anlaşıyorlardı, gerçekten çok iyi dosttular. Tapınılası bir bebeği vardı. Para kaygıları yoktu. Tam olarak içlerine sinen evleri, bahçeleri vardı. Ve arkadaşları –çağdaş, coşku verici arkadaşları, yazarlar, ressamlar, ozanlar ya da toplumsal sorunlarla ilgili insanlar– tam istedikleri türden arkadaşlar. Sonra kitaplar vardı, harika bir terzi bulmuştu, yazın yurt dışına gidiyorlardı, yeni aşçıları en şahane omletleri pişiriyordu...”

Rasim Özdenören KO (Kitabın Ortası) dergisi için Büşra Sönmezışık’a verdiği söyleşide mutluluğun öyküsünün yazılamayacağını söylüyor.

Katherine Mansfield “Katıksız Mutluluk” öyküsünde anlatıcının mutlu çok mutlu dünyasını anlatıyor.

O halde kıymetli öykücümüz haksız mıdır? İşte bir kadın yazar pekâlâ mutluluğun öyküsünü yazmış mıdır?

“Beyaz giysi, bir dizi yeşim boncuk, yeşil ayakkabılar, yeşil çoraplar. Bile bile böyle giyindi. Saatler önce konuk odasının camında dururken tasarlamıştı bunları.”

Eşyalarla kendisini bütünleyerek, kendisini konseptin bir parçası haline getirerek mutlu kalınabilir pekâlâ, böylece var olmanın dayanılmaz acıları ile başa çıkılabilir, diyebilir miyiz?

Diyemiyoruz. Öykü, Rasim Özdenören’i haklı çıkarırcasına bitiyor.

Öykünün sonunda Bertha, Harry’nin kendisini, hayranlık duyduğu arkadaşı Miss Fulton ile aldattığını öğrenecektir.

Turkuaz renkleri ile hayatını düzene sokan, hayatını eşyanın mihmandarlığında tasarlamaya çalışan genç kadına bakıyorum. Keşke onunla Mansfield’ın “Katıksız Mutluluk” öyküsünü birlikte okuyup üzerine konuşabilseydik...

Ruhtaki boşluğun yerini hiçbir dünyevi tasarım dolduramıyor.

Ama bazen iyi bir öykü, iyi bir şiir, iyi bir roman, bir resim, o boşluğun üzerine acıyı bir müddet dindirecek bir merhem sürebiliyor.

“Dünya Öykü Günü”ne Ayşe Öğretmen’in iki masum çocuğu ile birlikte Meriç’in azgın sularına karıştığı haberi ile girdim.

Öykü ile görmek dedim ya... Ayşe Öğretmen hiç bitmeyecek bir keder öyküsü olarak kalacak bende. Her 14 Şubat’ta yazılmamış bir ölüm öyküsü olarak kalemime zincir vuracak.

İnsan zor zamanlarda bir imanına tutunuyor bir de bir nefeslik bir öyküye. Hepimizin öyküsü güzel aksın. Hepimizden birbirimize selam aksın. Ayşe Öğretmen, çocukları selam ve sevgi ile kuşatılmış olsa idi, onları o azgın nehrin suları üzerinden yola çıkarmaya çalışmazdı belki de diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Meraklısı için not: 17 Şubat Cumartesi günü (yarın) 16:00-17:00 saatleri arasında Üsküdar Kitap Fuarı Seminer Salonu’nda, “Aradığımızı, kaybettiğimiz yerde bulabilecek miyiz?” başlığı altında bir söyleşi gerçekleştirip, ardından kitaplarımı imzalayacağım, inşallah.

Söyleşi başlamadan önce, sizin için en hayati sorularınızı (elbette edebiyat ve sosyoloji alanında) kağıda yazıp bana ulaştırır iseniz bu köşeden zaman zaman cevap vermeye çalışacağım.

Kağıtta adınızı yazmanıza gerek yok, fakat cinsiyetinizi, yaşınızı, mesleğinizi ve memleketinizi muhakkak belirtin lütfen.

 

Bu yazı, 16 Şubat 2018'de Yeni Şafak'ta yayınlanmıştır.

Bu yazı 1828 defa okunmuştur .

Son Yazılar