Düşünmek, göze almaktır...
Prof. Dr. Ahmet İNAM

Prof. Dr. Ahmet İNAM

YAZIYOR...

Düşünmek, göze almaktır...

30 Ocak 2018 - 09:44

AHMET İNAM'LA SÖYLEŞİ: "Düşünmek, göze almaktır."

Halil Turan - Sinan Kadir Çelik

 



Halil Turan: Hocam, ikimizin de hocasısınız. Felsefe öğrenciliğinin sonu var mıdır? Buna bağlı olarak şunu da soralım: "İyi" felsefe öğrenciliği ne demektir? Bu konuda bir tanımınız var mı?

Ahmet İnam: Felsefeyle uğraşmak, bana sorarsanız, zaten "öğrenci" olmayı bilmek demektir. Öğrenci olamazsan, felsefeye olan ilgin dışardan bir ilgi olarak kalacaktır. Her zaman dışarlıklı bir felsefe uğraşıcısı olursun. İçten bir şekilde felsefeyle ilişkiye girmek ise öğrenci olmayı bilmekle olanaklı; çünkü, sonsuz bir öğrenme çabası var öğrencilikte ve bu çaba biter gibi de görünmüyor. Daha önce yaşamış olanlardan, düşünülmüş olanlardan bir şeyler öğreniriz. Aynı zamanda kendimizin onlarla olan ilişkisinden de bir şeyler öğreniriz. Bir üçüncü öğrenme daha var ki, bu kendi yaşamımızdan, başımızdan geçmiş olanlardan öğrendiklerimizdir. Çünkü felsefe kendi kişiliğimizi katmadan ilişkiye geçebileceğimiz, tarafsız bir tutumla veya soğukkanlı, yansız bir bakışla ilişkiye girebileceğimiz bir alan değil diye düşünüyorum. Belki bilim için de geçerlidir bu söylediğim.

Halil Turan: Ama sanırım, felsefenin nesnel olması gerektiğini savunanlar, hatta felsefeyi nesnel bir biçimde yaptıklarını iddia edenler var.

Ahmet İnam: Hayır, hayır, ben hiçbir şeyin öyle yapılabileceğini düşünmüyorum. En yansız etkinlik dediğimiz bilimde bile yansız olma tavrının da senin kişiliğinle ilgili olduğunu düşünüyorum. Kişilik bizde genellikle öznellik olarak görülür; öznellik de olumsuz bir kavram olarak yorumlanır. Öznelliği bir tür laubalilik, karşındaki nesneyle ilgilenmek yerine kendi özel çağrışım dünyana girip bir sürü laf söylemek olarak anlıyorlar. Benim burada sözünü ettiğim ise kendini katma meselesidir. Yani dışımızdaki problemlere, herkes için ortak olan problemlere, herkesin, görebileceği, ele alabileceği problemlere kendi bakış açımızdan, kendi duruşumuzdan, kendi deneyimimizden yola çıkarak, yani öznelliğimizden ziyade kendi özgüllüğümüzden, yani bize özgü olandan yola çıkarak bakabilme işidir ki bu sanıyorum, zaten bütün bilim insanlarının, bütün düşünen insanların da yapageldiği bir şeydir. Elbette herkes için ortak olan bir alan vardır. Ama o ortak alana biz kendimiz olarak giriyoruz. Ve kendimiz olarak girdiğimiz zaman bakışımız anlamlıysa, o bakış herkesi ilgilendiren, herkesle ortak bir şey oluyor. Herkeste ortak olan bir şey bile kendi gözümüzle gördüğümüz, gösterdiğimiz bir şeydir. Sadece felsefede değil, ama sanatta da, bilimde de bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, kendi özgüllüğünü yakalayabilmiş bir öğrenciliğin felsefe için çok gerekli olduğunu, ama bunun aynı zamanda çok zor başarıldığını düşünüyorum. Bunun çok büyük tehlikeleri de var. Bunun patolojik hali, kötü bir megalomani ve gaflettir; kendini bir matah sanmaktır ve her söylediğinin de özgün bir şeyler olduğunu düşünmektir. Bu, akademik hayatta gençken çok izin verilmeyen bir şeydir; çünkü gençken kendinize özgü laflar zaten ettirmiyorlar. Ama bir biçimde denetim mekanizmalarından kurtulup, deyim yerindeyse palazlandığınızda ve bir takım rütbeler alıp ağzınıza gelen her şeyi söylediğinizde, sizi denetleyecek bir güç olmadığı için kendinizi bir insan sanmaya başlıyorsunuz. Şakşakçılar da olduğu sürece "Bastır hoca", "Helal olsun hoca", "Ne güzel söyledin hoca" dedikçe, üfürüğün bir fırtınaya dönüştüğünü görebilirsiniz. Bu durum çok tehlikeli. Çünkü felsefede öğrenci olabilmek, kesinlikle bir özeleştiriyle yürüyen bir şeydir. Bu, öylesine zalimane bir özeleştiri olmalıdır ki kendini yerin dibine sokup o soktuğun yerin üzerinde tepinmen gerekebilir. Ama bunun hastalıklı hali de "ben akılsızım", "ben aptalım", "dur bakalım" falan deyip hiçbir şey söylemeden, sonunda söylediklerini totolojik hale getirip sağlamlaştırmaya çalışmak da bazı akademik çevrelerin yaptığı bir şeydir. Yani felsefede çok güvenceli bir yol izlersen, söylediklerini öyle teknik ve analitik bir biçimde söyleyeceksin ki söylediklerinde herkes bir şeyler var sanacak. Tabii, örtük totolojiler olur bunlar da. Birçok akademik makalenin de böyle olduğunu düşünüyorum. Akademik rütbelerin koşullandırmaları da eklendiğinde insanlar, o bir takım dergilerde makaleler yazmak için böylesine hiçbir anlamı olmayan bir sürü laf söyleyebiliyorlar ve yazdıklarını galiba bir kendileri bir de hakemler okuyor. Onun dışında, bu yazılara, arada bir göndermeler, anlaşmalı ya da şaşkınlıkla yapılan göndermeler de olabilir. Çağımızdaki felsefe öğrenciliğinin zorluğu, felsefenin günümüzde geldiği yerle ilgili. Felsefe bir meslek haline geldiği için, akademik bir birimin içinde çalışan ve sırf maaş aldığı için onla uğraşan insanlar var; yani içinden geldiği için, başka bir şey yapamayacağı için değil. Hasbelkader bir felsefe bölümüne kapağı atmış ve oradan da ekmek parası kazanabilmek için terfi etmek zorunda olan insanlar var ve bu insanların da belli bir üretimde bulunmaları gerekiyor. Bu üretimin de ortalama, sıradan ve çok saçma laflar etmeyen bir üretim olması lazım.

Halil Turan: O halde, tanımlarınıza göre, "Böyle kişiler öğrenci olamazlar" diyebilir miyiz?

Ahmet İnam: Aslında bunlar da öğrenci olabilirler. Konuyu biraz saptırdım. Ama, evet bunlar da öğrenci olabilirler. Herhalde bunlar da kendi teknik felsefe anlayışları içinde bir şeyler öğreniyorlardır. Öğrenci olmak yaptıklarından bir şeyler öğrenmekse, bu kişiler de öğrenebilirler. Ama burada anlatmaya çalıştığım öğrenmenin biraz farklı olduğunu düşünüyorum. Kendimizi öğrenmekle ilgili bir öğrenmeden söz ediyorum. İyi bir felsefe öğrencisi olmak demek, kendini felsefe problemlerinin içine katabilmek demektir. Dolayısıyla, o yolculuğun doğuracağı sıkıntılara katlanabilmek, o cesareti bulmak, hatta dalga geçilmeye, eğlenilmeye, dışlanılmaya katlanabilmek demektir. Felsefeciler çevresinden sürülebilirsin de, alay edilebilirsin, dalga geçebilirler, insan yerine konmayabilirsin; ama benim olduğum gibi ünlü, popüler de olabilirsin. Bunlar çok tehlikeli şeyler ve hakiki bir öğrenmenin ve iyi bir öğrenci olmanın göstergeleri değiller. Çünkü, iyi bir öğrenci olmanın göstergesi, kendi yaşamıyla felsefe problemlerinin iç içe oluşundan bir şeyler öğrenebilmektir. Öğrenci, bu öğrenme sürecinde kendi sorunlarıyla felsefe problemlerini elbette karıştırmayacak. Ama onun yaşam sorunlarıyla felsefe problemlerinin koşut olduklarını görebilen biri olması gerekir. Bunların ötesinde, felsefe sorunlarını tamamen kendi dışında olduğunu düşünen, "yaşamım ayrı, felsefe sorunları ayrı" diye bakan bir gözün öğrenmesinin bir felsefi öğrenme olmayacağı, bunun teknik ve mesleki bir öğrenme olacağını düşünüyorum. Bu biçimde felsefe yapan insanların sayısı çok fazladır. Ama bunlar yanlış yapıyorlar da diyemem. Çünkü böyle insanlar, felsefe de bir meslek olduğuna göre, her meslekte vardır. Her mesleğin teknisyeni vardır. Bu teknisyenlerin bir kısmı işlerini iyi yapabiliyorlar. Bazıları iyi teknisyenlerdir; bazıları ise değildirler. Teknisyenlerin çoğunun teknisyen olduklarının farkında olduklarını sanmıyorum; çünkü bu iş böyle yapılır diye öyle yapıyorlar. Bunların çoğunun da dürüst insanlar olduğunu düşünüyorum. Bir de, tabii, teknisyen olmayıp, felsefeyi kendi varoluş sorunu haline getiren insanlar var. Bunların her birinin ürettiği felsefi ürünlerin anlamlı olduğunu da savunamam; bunların çoğu saçmadır. Çünkü çok tehlikeli bir yoldur kendini katarak gitmek. Söylediğin her sözün bir matah olduğunu sanmanın dışında, kendi özel cinsel problemlerinin, duygusal problemlerinin büyük felsefi sorunlar olduğunu sanma tehlikesiyle karşılaşılabilir. Bu da kendi başına büyük bir sorundur. Galiba sağlıklı felsefe öğrenciliği şu: Herkesin kendi özgüllüğü içinde sorunlarla ilişkiye geçtiği, ama birlikte konuşulabilen, tartışılabilen, birlikte öğrenebilmenin gerçekleşebildiği bir öğrencilik. Felsefe hiçbir zaman bir kişilik bir etkinlik olmadığı için, felsefe etkinliğinin birlikte yürütülebilecek, yani agora'da sürekli tartışmalarla öğrenilebilecek bir şey olması gerek.


Sinan Kadir Çelik: Peki o zaman hocam, beraber neyi öğreneceğiz? Yahya Kemal'in "Bir aşk oluverdi aşinalık" dizesinden yola çıkarsak, aslında felsefe dediğimizin bize malum olanı mümkün kılma çabası olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ahmet İnam: Sanırım, evet. Fenomenologlar, şaşırtıcı olarak ? Husserl'de olduğu gibi Wittgenstein' da da bu vardır ? derler ki, "Hiçbir şey gizli değildir. Her şey önümüzdedir. Her şey önümüzde, her şey aşikar olduğu için onu görmek zordur". Çünkü onlar bir yerlere saklanmış olsa, bir saklambaç oyunu haline döner felsefe ve biz onları bir yerlerde ararız. Asıl gizli olansa gözümüzün önünde olandır. Gözümüzün önünde olanı görebilmek çok çok zordur. Ve elbette bu başarılabilirse, fenomenolojiyle başarılacaktır. Fenomenolojinin "fenomen"i zaten görünendir; yani görünen üzerine konuşacağız. Söylediklerimiz gözümüze görünenler hakkında olacak. Görünmeyenler üzerine ahkam kesmek dayanaksız bir konuşma anlamına geliyor. Felsefeci konuşurken sürekli olarak gördüğü, duyduğu, yaşadığı şeyle ilişkili olarak konuşacaktır. Öbür türlü sadece bir yerlerde okuduğu ama göremediği bir şeyler hakkında konuşur. Çünkü okumak, soyut olarak anladığını sanmak, malumat sahibi olmak görmek anlamına gelmiyor. Görmek, problemleri görebilmek, Husserl'in sayfalar boyu, yıllar boyu anlamaya çalıştığı bir şeydi. Belki de Husserl görmeyi görmeye çalışıyordu; görmenin kendisinin nasıl bir şey olduğunu. Dolayısıyla mesele bir görme çabasıdır ve elbette bu görme de gözümüzün önünde olanı görmektir. Ama "neden gözümüzün önünde olanı görmüyoruz?" diye sorarsak, bunun cevabı "Çünkü gözümüzün önünde olanın nasıl bir şey olduğu bize öğretilir" olur. Aşinalıklar hep verilmiş aşinalıklardır; edinilmiş aşinalıklardır. Bizim kendi özgüllüğümüzden çıkan değil de, yaşadığımız kültürle, tarihle, dille öğretilen, yaşamdaki insan ilişkileri içinde edindiğimiz aşinalıklardır. Bu aşinalıkların çoğu gözlerimizi kör eder; çünkü bu aşinalıklar bir alışkanlığın ürünüdürler ve kolaycılıktırlar. Veciz sözler, atasözleri, basmakalıp düşünce şekilleri ve bunlarla yürünen araştırma yolu da herkese malum olanın ilamından başka bir şey olmayacaktır. İngilizce'de buna "belabour the obvious" diyorlar; yani açık (obvious) olanın üzerine konuşmaktan başka bir şey değil. Felsefe bu değil. Felsefe tam da bu açık gibi görünenin açık olmadığının farkına vardığın zaman başlayan bir şeydir. İşte o zaman Aristotelesçi anlamda şaşma da başlar. O zaman karşındaki kaleme "vay be!" diyerek bakabilirsin. İşte o zaman "hayret" başlar ve işte o zaman "aşk" başlar. İşte o zaman aşinalık aşka dönüşmüş olur. Felsefe sapına kadar bir aşk işidir; erotik bir iştir.

Sinan Kadir Çelik: Hocam, size iki sözünüzü hatırlayacağım. Birincisi, "Mutsuzluk ahlaksızlıktır" ki, bu sözünüz neredeyse bir motto oldu. Diğeri ise, "Bazıları uçup uçup düşecekler ki yürüyenler nereye gittiklerini görebilsin". İşte bu iki sözün hayatınızın temel izlekleri olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ahmet İnam: Aslında ben hayatımla düşüncelerim arasında çok paralellik olduğunu düşünmüyorum. Sağda solda, evet, öyle konuşuyorum. Ama kendimin öyle olduğunu düşünmüyorum. Uçuk kaçık şeyler söylüyor gibi görünsem de, hayatıma baktığımda son derece ihtiyatlı olmaya çalışan bir insanım. Ama galiba bu ihtiyatlılığın bir hesabiliğe dönüşmesi beni rahatsız ediyor. Tabii, bir ihtiyat var ki felsefeci için bir anlamda gereklidir; çünkü uçmak bile belli bir ihtiyatla yapılabilen bir şey. Uçma derken alıkça bir uçmadan söz etmiyorum. Çünkü gidip kendini alıkça Galata Kulesi'nden atan bir adama benim hürmetim olamaz. Ama birisi kendine özgü bir aerodinamik teorisi geliştirir, ona göre kanatlarına özen gösterir ve hatta kanatlarını farklı renklere boyar... İşte böyle adamların uçamayışı çok anlamlıdır. Çünkü uçma üzerine düşünmüştür; uçma hakkında bir fikri vardır; uçmayla kendi yaşam deneyimlerini biriktirmiştir ve uçamamıştır. Yanındaki sevgilini etkilemek için kendini aşağı atabilirsin. Yahut ilaç alıp aşağı atlarsın. Bunlar bize bir şey öğretmez. Bir felsefe öğrencisinin, "hangi uçuculara saygı duyulmalıdır?" diye sorması lazım. Çünkü hakikaten bir saygın olanlar gibi, beş para etmez uçucular da var. Tabii bunların yanında piyadelerden de bahsedebiliriz. Gerçekten eli öpülesi piyadeler de vardır, alık piyadeler de. Bu alık piyadeler sürekli elinde kalkan olan birinin arkasından giden, onun bacağına yapışıp "bana ok gelmesin" diyen piyadelerdir bunlar. Diğerleri de "ben gidiyorum gelen var mı?" diyenlerden. Ötekiler de buna diyecektir ki "sen git, bir şey olmuyorsa biz de gelelim." Bu doğuluların mayın tarlasına önce eşeklerini sürmelerine benziyor. Evet, böyle, mayın tarlasına girebilen piyadeler var. Yaratıcı düşünür ikiye ayırdık; uçarak düşünenler ve piyade olarak düşünenler diye. Bu iki düşünme biçiminde de ortak olansa risk almaktır; yani bir şeyleri göze almaktır. Çünkü, düşünmek göze almaktır. Heidegger buna "Wagnis" diyordu. Yani Wagnis tavrı içinde değilsen, ister uçucu ol ister piyade ol, eli öpülesi bir insan olacağını sanmıyorum. Mesela bizim akademik çevrelerde şöyle yürünür: Ciddi bir ifadeyle biri el çırpar ve tok bir sesle "Toplanın, yürüyeceğiz" der Sonuçta birilerini önden yürütüyorlar. O kişi alık bir asistan olabilir ya da meczup biri olabilir. "Sen bir yürü bakalım" derken de, yani "Sen bir makale yolla bakalım bir dergiye basılıyor mu?" demektir o. Ya da "Sen bir kitap yaz da alık gibi görünüyor musun yoksa, Nobel mi ödül mü alacaksın, akademik çevreler seni nasıl görecekler bakalım?" demektir. Bu insanların da ihtiyatları sigortalı bir ihtiyat oluyor; çok fazla garantili oluyor. Bu, çok anlamsızdır demek istemiyorum; zaten çoğunluk böyle yürüyor. Belki de, Viyana Çevresi'nin kurucuları ve bu düşünce akımının oluşturucuları kesinlikle iyi piyadelerdi. Onların eli öpülesi piyadeler olduklarını düşünüyorum; mesela Carnap. Wittgenstein zaten uçucudur ve daha Tractatus'dan anlarsınız bunu. Çünkü, rezil olabilirdi. Russell gibi bir insan olmasaydı, Moore gibi bir insan olmasaydı, Wittgenstein kolaylıkla rezil olabilirdi. Wittgenstein'ın akademik çevrede hiçbir şansı olmayabilirdi; adı sanı duyulmayabilirdi diye düşünüyorum. O tam bir uçucuydu; ama onun dışında bir Carnap gibi, Hempel gibi insanlar da çok saygın, eli öpülesi piyadelerdi. Mesela hocamız Teo Grünberg'i düşünürsek, o da saygın bir piyadedir. Fakat o çok titiz bir piyadedir. Titiz olması kendisinde cesaretsizliğe yol açmamıştır. Teo Bey'in dürüstlüğü bence şuradadır: Neyi nasıl yürüyeceğini baştan söyler. Gerçi son zamanlarda kendisinin de uçmaya kalktığı söylense de, ki uçmaya karar vermişse de hak etmiştir; hoca uçsa bile saygınlığını kaybedeceğini sanmam. Çünkü hoca, piyade yürüyüşlerinin tekniğini anlamaya çalışmıştır ve çok da anlamlıdır bu. Analitik okulda yürümek çok iyi bir şekilde yürüyüş tekniği üzerine düşünmekle olanaklıdır. Yürürken aynı zamanda "nasıl yürüyorum?" üzerine de yürüyüş yapmak lazım. Bir yandan sorunların üzerine giderken, "sorunların üzerine nasıl gidiyorum?" sorununun da üzerine gitmek lazım.

Halil Turan: Sizi çok sevenler, izleyenler olduğu gibi eleştirenler, yerenler de var. Size karşı bu farklı iki tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?


Ahmet İnam: Önce beni öven, sevdiğini söyleyenler için bir şeyler söyleyeyim; oradan başlayayım. Ne yapmaya çalıştığımın iyi anlaşıldığını sanmadığım için, bu övgülerin de çok anlamlı olduklarını düşünmüyorum. Övenlerin çoğu da zaten felsefeden anlamıyorlar. Dolayısıyla da beni övmeleri bir felsefeci olarak değildir. Belki bir Karagöz olarak övüyorlardır; belki Kavuklu diye övüyorlardır; yani meddah olarak övüyorlardır. Belki de sadece Türkiye'de yaşayan bir kültür insanı olarak övüyorlardır. Olmadı, suratımızı beğenmişlerdir filan da, onun için övüyorlardır. Bu övgülerin yazdıklarımın içeriğiyle ilgili olmadığını, dolayısıyla onların övgülerinin, onlardan özür dileyerek çok da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Yerenlere gelince, yerenlerin bir kısmının beni anlamadıklarını düşünüyorum. Beni yerenler arasında farklar var. Mesela, bunların bir kısmı beni bir akademisyen olarak görüp "Yahu, bir felsefecinin bu tür laflar etmemesi gerekir"; "Bu türden etkinliklere girmemesi lazım"; "Bu türde yazılar yazmaması gerekir" diye yeriyorlardır. Ama ben oralarda bir felsefeci olarak dolaşmıyorum. Benim bir felsefeci olarak görünmem, daha çok bir meslek sahibi olmakla ilgilidir. Felsefe üzerine konuşurken girdiğim tavırların laubaliliğinden dolayı beni yererlerse, o anlamlıdır. O yermeyi haklı bulurum ve haklı oldukları noktalar da vardır. Ama ben aşk üzerine konuşurken, bu konuşmayı bir felsefeci olarak yapmıyorum. Bu daha çok benim edebiyatçılığımla ilgili bir şey. Kaldı ki edebiyatla olan ilişkim felsefeden çok önce, daha 15-16 yaşlarındayken dergilerde yazmamla başlar. Söylediklerimin, yazdıklarımın çoğu edebi denemelerdir. Yazdığım kitapların çoğu da edebiyattır. O kitapları "felsefe" diye yutturduğumu da sanmıyorum. Eğer beni öyle eleştiriyorlarsa, o eleştiriler doğru değil. Ama beni felsefi tavrımla ilgili olarak eleştiriyorlarsa, orada benle ilgili bir sorun var; bu henüz kendimi anlatamamış olmakla ilgili bir sorun. Beni eğer Batı'daki bir takım kalıplara koyarak eleştiriyorlarsa, "işte postmodernist!", bilmem ne diye, bu yanlış. Çünkü, hangi izleğin ardında olduğumu çok iyi bildiklerini sanmıyorum. Beni Heidegger çizgisinde, Levinas çizgisinde veya bir fenomenolog olarak görüp onların peşlerinden gitmeye çalışan, ama onu da beceremediği için işi meddahlığa vurmuş biri olarak görüp eleştiriyorlarsa, bu yanlış bir şeydir. Çünkü ben böyle bir şeyi felsefe yazılarımda yapmadım. Felsefe yazılarımda henüz Batılı düşünürlerle hesaplaşmadım; onları kritik bir bakış açısıyla gözden geçirmedim. Levinas üzerine yazdığım son yazıda bile başka bir kaygı var. Oysa ben bu kültürden açılan bir kapıdan yürümek istiyorum ve bu yürüyüşte yalnız olduğum için, şaşkın görülüp, birçok eleştiri okunu çekmem anlaşılır bir şeydir. Ama bu bilerek kendimi maruz bıraktığım bir şeydir ve bu tarz eleştirilere de söyleyeceğim bir şey yoktur. "Bir şey" deniyorum ben. Takla atmayı denerken, diyelim ki "Beceremedi", "Atamadı", "takla böyle atılmaz, çünkü atalarımız şöyle atıyorlardı" diyerek eleştirenler var; ama ben "şöyle de takla atılabilir" iddiasında bulunan, ama henüz o taklayı atamamış biriyim. Taklayı attığım zaman da bir sürü insan yine beğenmeyecek. Yerenlerime o açıdan da teşekkür edebilirim. Hepsini de okuduğumu söyleyemem. Yerenlerimin bir kısmından da hoşlanmadığımı söyleyebilirim. Bu eleştiriye kapalı olduğum anlamına gelmiyor. Çünkü beni yerenlerin ? bu belki bir hüsnükuruntudur, kendimi aldatıyor da olabilirim ama ? beni anlamadıklarını düşünüyorum. Ama tabii bu bir kaçış da olabilir. Onun için bana dair söyledikleri bana yararı olacak şeyler değil. Fakat hem yerenleri hem övenleri saygıyla selamlıyorum.

Sinan Kadir Çelik: Hocam nedense felsefeciler felsefeyi hep ikiye ayırırlar; ayrılmasa da ayırırlar. Derler ki, mesela, felsefe idealist-materyalist olarak ikiye ayrılır; Anglo-Sakson ve Kıta Avrupa felsefesi olarak ikiye ayrılır; Kartezyen ve Kartezyen olmayan olarak ikiye ayrılır; Doğu- Batı olarak ikiye ayrılır; vs. Örneğin Nietzsche de benden önce ve benden sonra diye felsefeyi ikiye ayırır. Ben de mesela felsefeyi şu şekilde ikiye ayırabilirim: Bir tür felsefeci "Bana bir sorun söyleyin onu çözeyim" der ki bu sizin deyiminizle "piyade" olacak herhalde; diğer tür felsefeci de "bana sorunsuz bir şey söyle sana onun ne kadar sorunlu olduğunu söyleyeyim" der ki "uçucular" da bunların arasından çıkıyor olsa gerek. Ama herhalde en basitinden felsefecileri "felsefe ikiye ayrılır" diyenler ve "Felsefe ikiye ayrılmaz" diyenler olarak ikiye ayırabiliriz. Herhalde bu önerme doğruluğundan şüphe edilmeyecek bir önerme olur. Peki hocam siz bu ayırmak meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ahmet İnam: Düşündükçe oldukça gülünç gelir bana, ben uzun yıllar taksonomi peşinde koştum. Şimdi düşündükçe de ne kadar saçma bir şey olduğunu fark ediyorum. Otuzlu yaşlarımda oluyor bunlar. Dedim ki tarafsız ve müthiş bir sınıflandırma yolu bulursam, yani bilim, felsefe, hayat ilişkisini anlatan içerikler üstü bir taksonomi yapabilirsem, problemi çözerim. Sonra uzun zaman düşündükçe saçmalığını anladım ? ama tabii bunlar da hep ustasızlıktan oluyor. Benim gibi insanlar cami avlusuna bırakılmış çocuklardır. Gerçi o cami avlusundan Cemal Yıldırım olsun, Teo bey olsun bizi almış. Onların da karakol olduğunu düşünüyorum; ayrıca Nermi Hoca, mesela, saygıyla andığım... Bu insanlar bizim ustalarımızdı ama hiçbirinin evinde oturamadığımız için öyle cami avlusunda kaldık. O cami avlusuna bırakılan, yetiştirme yurtlarında büyüyen kişiler bir aile sevgisi alamadığı için, Oxford'da Strawson'un yanında okusaydım veya Almanya'da bir filozofun, mesela Jaspers ekolünden birinin yanına gitseydim... Gerçi Takiyettin Bey'in ilgisini hep görmüşümdür; ama onun da sonuçta evine fazlasıyla giremedim. Çünkü, çocuk yuvasında yetiştiğimiz için böyle aile ortamları da bana hep bir huzursuzluk verir. Masasına oturunca çatal kaşık tutmayı bilmediğimiz için "elimizle yemeyelim" diye doğru dürüst yemek de yiyemedik. Dolayısıyla onların masasında da oturamadığımız için şaşkın olduk. Fakat, yaşım ilerledikçe bu şaşkınlığın bir olanak olduğunu düşünmeye başladım. İyi ki öyle olmuşum; bunun sonucu olarak farklı bir yolda yürünebileceği vehmine kapılıp yürümekteyim. Tabii, Aristoteles gibi düşünmek lazım: Henüz ölmedik, hala yaşıyoruz ve can çıkmadıkça da neler yaptığımızı anlamak zor, bunu ben bile anlayabilmiş değilim. Şu anda yüzlerce yayınlanmış yazım olduğu gibi, yayınlanmamış, dosyalarda duran bir sürü yazım var. Bu durumda ben de ne yaptığımı çok iyi bilemiyorum. Yapmış olduklarıma bakarak nerede olduğumu anlamam da zor. Onun için de yazdıklarımı okumuyorum. (Beni eleştireceklere ne denli çok malzeme veriyorum değil mi ?)


Halil Turan: Böyle bir taksonomi yapmalı mı?

Ahmet İnam: Tabii, yanlış olduğunu anladım. Taksonomi biraz Husserl, biraz da analitik felsefenin, mantık eğitimin getirdiği bir şey. "İçerikler üstü bir form bulabilir miyim?"; "Hangi içerik olursa olsun o formu yakalayabilir miyim?" diye soruyordum.

Halil Turan: Nasıl bir sonuca ulaştınız? Bulunamaz mı bu form? Hâlâ bulunabileceğine inananlar var.

Ahmet İnam: Evet, tabii, hâlâ var. Mathesis universalis, yani formlar üstü, biçemler üstü bir form elbet aranabilir. Ama ben bunun bulunabileceği fikrinden vazgeçtim. Ama ben vazgeçtim. Burada söylemek istediğim benim vazgeçtiğimdir. Bu biraz da özel yaşamımla ilgili bir şey. Ama arayan aramayı sürdürüyor. Zaten felsefenin en temel motiflerinden biri de budur. Felsefe sevdalısı tam da buna vurulur: "Bir form var" der; form aşığıdır yani. Platon'dan bu yana biz formların vurgununu yediğimiz için koşuyoruz bu işin peşinde. Ben kendi adıma konuşayım, bunu bulamayacağım düşüncesine kapıldım. Çünkü, konuşmanın başında da söylediğim gibi bu form meselesi, form arayışı kesinlikle tekillikten çıkıyor. Benim singularité'min içinden çıkan bir form. Bu form elbette ortaklaşa bir insanlık formudur. Bu form, bulabilirsem, evrensel olan bu form, kendi özel yaşantılarım, özel tecrübelerim sonucunda ortaya çıkmış bir formdur; ama bu form bulunmuş başka formların yanında çok cılız ya da anlamsız kalabilir. Dolayısıyla, bu formla hiç kimse ilgilenmeyebilir.

Halil Turan: Felsefeyi tanımlama çabası çok da verimli bir iş değil o halde, öyle mi?

Ahmet İnam: Bu daha çok şu anlama geliyor; form aramak yanlış değil. Ama form aramanın bedeli kendi yaşantılarımızdır. Kendimizi ortaya koyarak form bulabiliriz. Mesela Husserl bir takım formlar aradı. Russell olsun, Wittgenstein olsun bir takım formlar aradılar. Ama onların ortaya koyduğu formlarla, Leibniz'in ortaya koyduğu formlarla ? Monodoloji'de ortaya koyduğu formlar ? bunların ortaya koyduğu formlarla kendi yaşamları, yaşantı deneyimleri veya bütünlükleri arasında kesinlikle ilginin olduğunu ve bunun çok sıkı bir psikanalitik okumayla bulanabileceğini düşünüyorum.

Halil Turan: Fikirlerin kendileri açısından baktığımızda, bunların bir önemi var mı? Düşüncelerin kendi başına değerlerinden söz edemez miyiz?

Ahmet İnam: Tabii ki, kesinlikle söz edebiliriz. Bu düşüncelerin kendi başlarına bir değerleri var. Gödel'in nasıl bir psikolojisinin olduğu önemli değildi. Ama ortaya attığı tezleri ve yaptığı ispatlarla önemli bir insan. Dolayısıyla aynı şekilde bunu Husserl için söyleyebiliriz; Popper için de söyleyebiliriz. Fakat benim felsefi duruşuma göre, bu ikisi arasındaki bağ çok önemli. Benim yapmaya çalıştığım felsefi etkinlik, bu ikisi arasındaki köprüde cereyan ediyor. Benim kim olduğum ve psikolojik problemlerimle aradığım formlar arasındaki ilişki bizzat benim en büyük felsefe problemimdir. Ben bunu dert edinmiş bir insanım. Ama herkes bunu yapmalıdır diye bir şey söylemiyorum.

Halil Turan: "Yaratıcı olmak için psikolojik açıdan özürlü olmak gerekir" düşüncesi uzun zamandan beri gündemdedir.

Ahmet İnam: Hayır, ben bunun psikolojik bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Psikoloji bu işin görünüşüyle ilgili bir şey. Çünkü, temel duruş, insanın iç dünyasıyla, duygularıyla yarattıkları arasındaki ilişki problemi kesinlikle psikolojik, psiko-sosyolojik bir şey değil. Öyle de anlaşılabilir ama benim anladığım bu değil. Neden öyle değil derseniz, varoluşçuların "Angst" kavramı, "anxiété" kavramı ve diğer kavramları emosyonel kavramlarmış gibi gözükür. Ama onlar ontolojik kavramlardır. O, sana ait olmakla birlikte insan olarak aittir; bu, bütün insanlara ait bir şeydir. Kierkegaard'ın korkusu, titremesi sadece tuhaf bir rahip olan Kierkegaard'a ait değildir. O, tüm insanlığa ait olan korku ve titremeyi anlatmış ve onu dert etmiş bir insandır. Buradaki dert psikolojik bir saplantı, obsesyon olarak anlaşılmamalı, ontolojik bir obsesyon olarak anlaşılmalı. Ama keskin bir psikiyatrist diyebilir ki "Bu adam da her psikolojik problemini ontolojik bir problem haline getiriyor." Ben öyle olmadığını düşünüyorum. Çünkü, bu fenomenolojiden sonra müthiş bir akıma, varoluşçuluğa yol açmış. Aynı şekilde, Heidegger'lerin yürüdüğü yola baktığımızda, Levinas gibi insanlara baktığımızda, örneğin, bu insanların psikolojik gibi gözükebilen, hatta teolojik gibi gözükebilen problemlerin çok derin ontolojik ve etik karşılıklarının olduğunu anlamış insanlar olduklarını düşünüyorum. Bu, köprü dediğim şey Halil, bir üslup, bir biçem, bir felsefe yapma tarzı. Durduğum noktadan, o anlamda bahsettim.

Halil Turan: Bazen Türkiye'de felsefe ve bilim etkinliğinin sığ ve bağımlı olduğunu söylüyorsunuz. Felsefecilerin de bilimcilerin de kendilerine bakmadıklarını söylüyorsunuz. Nedir "dönüp kendine bakmak"?

Ahmet İnam: Bunu söylerken bir hakkı teslim etmek lazım. Herkes kendi kişiliği içinde ve kendi yürüyüş yolu içerisinde, formlarla ilişkiye geçebilir. Dolayısıyla, ben kendi yürüyüş yolumdan yola çıkarak "Herkes böyle yürümeli" diyemem. Ama bu yürüyüş yolu içerisinde hangi yoldan yürürsen yürü, o yürüdüğün yolla ilgili bir kaygının olması, yani yol, sen ve yolunun götürdüğü yerle ilgili böyle bir triad ortaya koyarsak, bu triad'la ilgili bir kaygının olması gerektiği gibi bir saplantım var. Bu yanlış mıdır, doğru mudur, onu bilemiyorum. Burada dayandığım bir kaç şey var. Biri, gerçekten bilim alanında yaratıcı olmuş insanlarda böyle bir trilojinin ön planda olduğunu düşünüyorum. Newton'da olsun, Einstein'da olsun, daha az ünlü fizikçilerde olsun... Tabii, çok daha trajik deneyimler yaşayanlar var. Boltzmann gibi fizikçilerin daha ilginç yaşamları vardır; kimi matematikçilerin de öyle. Bu insanların problemlerle olan ilişkisi bir yaşam problemiyle, bir varoluş problemiyle kurulan ilişki gibidir. Çağımızda belki de bilimcilerin sayısının son derece artması, aynı şekilde felsefecilerin sayısının artması ve bunun bir meslek haline gelmesiyle teknisyenlik ön plana çıktı. Belki de bu çağ belli bir döneme kadar böyle gidecek. Bilim, felsefe ve sanat alanında o trilojiyi içselleştirmiş insanlar yerine, ufak tefek teknik meselelerle, Nermi Bey'in deyimiyle "bölük-pörçük" çalışan insanlar olacak ve bu insanların katkılarıyla bilim, felsefe ve sanat gelişecek. Hiçbir itirazım yok buna. Belki de benim itirazım çok gecikmiş, aslında modası geçmiş, romantik bir itirazdır. Evet, romantik deyimini burada kullanabiliriz. Herkes kendi gönlüyle problemlerle ilişkilensin, kendi duygu yaşamını katabilsin; kendi iç dünyasıyla çözeceği matematik problemi arasındaki bağlantıyı duysun. Bazıları duyar, bazıları duymaz; belki duymazsa daha da başarılı olur. Belki de duyan da alıklaşıyordur. Ama ben meseleye insan olmak açısından yaklaşıyor ve onu arıyorum. İnsan olmanın bilincine felsefeci, sanatçı olmakla varılamayacağı gibi bir iddiam var. Bunun akademik çevrelerde öğretilebilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Biz öğretmenlerin ele aldığımız sorunları öğrencilere anlatırken, o sorunları nasıl yaşadığımızı öğrencinin görmesinin çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben bazı öğretmenleri gördüğümde çok acı çekmiştim. Şöyle demiştim kendime: "Ben bu adamın öğrettiklerini öğrendiğimde bu adam gibi olacaksam, gergin, sinirli, kompleksli, takıntılı biri olacaksam; ben felsefeyi öğrenip bunun gibi bir adam olacaksam, okumuyorum, ben oynamıyorum". Çünkü, ben bunun için felsefenin ardında değilim. Ama diyebilirsiniz ki "Sen adamın kendisine bakma da söylediğine bak." Ama gençler ondan etkileniyorlar. Gençler senin sınıfta duruşundan etkileniyorlar. Ağzın müthiş laflar etse de, otuz beş kitap yazmış da olsan da, dünya çapında ünün olsa da, dünya bilmem ne birliği başkanı olsan da, sonuçta sen nasıl bir insansın o etkiliyor insanları. "Yaşamla felsefe arasında hiçbir bağ yokmuş" diye de etkileyebilir. Dünyanın bir çok yerinde, Rusya'da, Polonya'da, Fransa'da, orada burada karşılaştığım felsefeciler arasında ortalama felsefeci tipi olarak obsesif ve büyük ölçüde de paranoyak olduklarını düşündüğüm, gergin, sinirli, buzlu camın arkasından bakar gibi bakan, belki içlerinde büyük bir yaşama coşkusu olsa da onu derinlere itmiş, bir şeyler yapamayan, muzdarip insanlar karşıma çıktı. Belki tespitim ucuz bir tespittir. Ama ben felsefenin insana yaşama sevinci veren bir etkinlik olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de hep bir mizah, espri anlayışıyla beraber yürütülebilecek güzel bir şey olduğunu düşünürüm. Eh, tabii, bunu da Heidegger'den öğrendim. Heidegger aslında bu sözünü ettiğim tipe aykırıdır. Soğuk, yanına varılmaz, ters birisi olmasına rağmen, demek ki insan onun yazılarından böyle şeyler de öğrenebiliyor.

Sinan Kadir Çelik: Son soru olarak "Türkiye'de felsefe nereye gidiyor?" diye soralım.

Ahmet İnam: Hemen tespitlerimi söyleyeyim. Birincisi, sayı olarak felsefeci akademisyenler artıyor, felsefe bölümleri, felsefe dergileri, yayınları, kitapları artıyor. Nicel bir yükseliş kesinlikle var. İkincisi, felsefeyle ilgilenenlerin sayısı da artıyor. Türkiye için son derece olumlu bir durum bu. Ama yine de Türkiye'deki entelektüellerin en büyük problemi taklitçi oluşlarıdır. Bir mühendis, arkadaşı Nietzsche okumuşsa gider o da Nietzsche alır; "Ben senden daha akılsız ve daha az entelektüel değilim; onun için ben de Nietzsche okuyorum" demek için. Yalomlu malomlu şeyleri kütüphanesine koyabilir. Ama her ne olursa olsun, müthiş bir sayı artışı var. Ayrıca, başka bir saptamam da, felsefenin ilgi alanlarının çok arttığı. Yurt dışına gönderdiğimiz, buralarda değişik felsefe bölümlerinde çok değişik alanlarda yetişen insanlar var. Bu son derece olumludur. Bazı genç arkadaşların ihtiyatlı ve saygın felsefe piyadeleri olduklarını görmekteyim. Bu da beni gururlandırıyor. Uçucu olanlarsa henüz gözükmüyor etrafta. Belki profesör olduktan sonra uçmayı deneyebilirler. Ama erken uçmak iyi değildir, ciddi şekilde yaralanabilirsin, uçmayı hak etmek lazım.


Sinan Kadir Çelik: Evet, Nietzsche, Heidegger, Derrida gibi uçucu felsefecilerin doktora tezlerine baktığımızda hep dönemlerinin ana akımı içinde kalan tezler yazdıklarını, belirli bir noktadan sonra uçmaya başladıklarını görüyoruz.

Halil Turan: Öte yandan, çok genç yaşta "uçanlar" da var. Örneğin, genç yaşta ortaya önemli metafizik görüşler, çok önemli ontolojik görüşler koymuş filozoflar vardır.

Ahmet İnam: Bizim akademik hayatımız ona pek izin vermiyor. Çünkü, siz daha yüksek lisans tezinizden itibaren o felsefi topluluğun beklentilerine uygun bir şeyler üretmek zorundasınız. Tabii, bu felsefi toplulukların, akademik toplulukların sayısının ve rengini artırması da iyi bir şeydir. Eskiden felsefe birkaç kişinin tekeli altındaydı. Terfiler falan da onlara bağlıydı. Onlar da, Deli Dumrul gibi, terfileri bir biçimde engellemeye çalışıyorlardı. Ama bu engellemeler ve zıtlaşmalar hep sürecek. Bu zenginliğin ve çeşitliliğin içerisinde beni kaygılandıran, kendi öznel bakış açımdan beni üzen, buralı olmakla ilgili felsefi kaygısı olanların sayısının az oluşu. Çünkü ben buradan, Anadolu topraklarından, Türkçe'den evrensel formları arıyorum. Dolayısıyla bu bilinci ben her zaman diri tutmalıyım. Bu bilince sahip arkadaşların sayısının çok az olduğunu düşünüyorum. Hatta bu bilincin küçümsendiğini bile görüyorum. Nereden bakıyorsun? "Anadolu topraklarından, yani içimden bakıyorum, kendi öznel, otobiyografik yaşamımdan bakıyorum" demek, aslında Anadolu topraklarından ve Türkçemden bakıyorum demektir. Bu inanılmaz bir tehlikeyi de içinde taşıyor. Ama hiç aşılmaz bir şey gibi de görünmüyor bu tehlike. Kaldı ki bu bakışın kaygısını yaşayan, bu zorlukları aşmaya çalışan Hilmi Ziya gibi, Nurettin Topçu gibi insanlar da yaşamıştır. Ama nedense dinle ilgisi olmayan veya kendisini sol çizgide gören arkadaşlar, belki dini ve siyasi kaygılardan dolayı Hilmi Ziya Hocayı, hem de belki Nurettin Topçu Hocayı dudak bükerek okurlar. Ama bu iki zat da, özellikle Hilmi Ziya Ülken, çok çalışkan biriydi ve müthiş şeyler üretti. 1930'larda daha Türk düşüncesine dair ciddi kaygıları vardı ve Türkiye'de Düşünce Tarihi diye bir kitap yazmıştır. Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası düşünürlerini anlatan ve ihatalı bir insandı. Kuşatıcı insanlardı bunlar. Böyle kaygılara sahip arkadaşların sayıca az olduklarını görüyorum. Diğer yandan dini terbiye almış, felsefeyle ilişkili olan mesela ilahiyat çıkışlı arkadaşların geldikleri kökenin etkisinde çok fazla kaldıkları ve felsefeyi de biraz kendi yaşamlarını meşrulaştırmak için yaptıklarını düşünüyorum. Bunların da, maalesef, Türkiye'de felsefeye çok katkıları yok. Çünkü kafalarının biraz daha değişmesi lazım. Yoksa bizim klasik kültürümüzü bilmelerine rağmen, Osmanlıca okuyabilmelerine rağmen, İslamı iyi bilmelerine rağmen, maalesef bunları anlatabilecek evrensel donanımları eksiktir. Evrensel olanı bilen, çağdaş felsefenin sorunlarını bilenler de buralı olmakla ilgili kaygılardan ve dertlerden yoksun oldukları için bunu es geçmektedirler. Türkiye'de felsefe elbet gelişir; ama Türkiye'deki felsefe bir Meksika'daki felsefe gibi gelişmemeli. Türkiye'deki felsefe "no man's land"deki bir felsefe gibi gelişmemelidir. Türkiye'deki felsefe Türkçe'nin yüzyıllardır biriken zenginliğine bir katkı olarak gelişmelidir. Türk şiirine, Türk düşüncesine, felsefe dışı düşünceye, siyasi düşünceye, Türk yaşam biçimini etkileyecek biçimde gelişmeli. Buradaki Türkçe'nin ve bize özgü yaşam biçimiyle yapılan felsefenin evrensel olarak yapılan felsefeye katkılar yapacak şekilde gelişmesi gerekir diye düşünüyorum. Bunun için daha zamana ihtiyaç var. Ama bu kaygı ne kadar yaşar bilemiyorum. Bunun daha muhafazakar bir çerçevede ayakta tutulabileceğini, daha milliyetçi veya daha dinci bir çerçeveyle geliştirilebileceğini de sanmıyorum. Böyle bir felsefeyi öncelikle bir dil, Türkçe'yi duyma heyecanıyla gerçekleştirebilirsiniz. Bu da bizim masallarımız, öykülerimizi, türkülerimizi, Yunus'u duymakla gerçekleşebilen bir şeydir.

Halil Turan, Sinan Kadir Çelik: Felsefe Yazın okurları adına teşekkür ederiz.

Bu yazı 2062 defa okunmuştur .

Son Yazılar